TORİNO’NUN ÜÇ YÜZÜ

Torino : İtalya’da bir kent

“Gerçek insan ‘iyiliği, ancak karşısındaki güçsüz bir yaratıksa bütün saflığıyla özgürce ortaya çıkabilir. İnsan soyunun gerçek ahlaki sınavı, temel sınavı onun merhametine bırakılmış olanlara davranışlarında gizlidir: Hayvanlara…Ve işte bu açıdan insan soyu temel bir yenilgi yaşamıştır. O kadar temel bir yenilgi ki, bütün öteki yenilgiler kaynağını bundan almaktadır.” -Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

-1889, Torino –

Ben doğmadan tam yüz bir yıl öncesi…Taş döşemelerde insanların adımları birbirini takip ediyor ve at nallarının yankısı dipdibe sıralanmış evlerin duvarlarına vuruyor. Caddeye bakan ahşap kapılardan biri açılıyor. Bir adamın sokağa hızla çıkıp paltosunu üstüne geçirerek acele adımlarla köşeyi döndüğünü görüyorum. Kasketini iyice yüzüne indirdiğinden kim olduğunu anlayamasam da içimden bir ses onu tanıdığımı ve takip etmem gerektiğini söylüyor. Onu kaybetmemek için, neredeyse koşar adımlarla dar sokakları geçiyorum. Birkaç saksı deviriyorum. Beni görmesinden çok da endişe etmiyorum. Çünkü beni asla tanımayacak olduğunu biliyorum. Torino sokaklarında at arabaları gidip geliyor. Faytoncular, sağlı sollu sıralanıyor. Atlar ise sadece itaat etme göreviyle orada duruyorlar. Bir sonraki kırbaç sesine kadar bekliyorlar.

Meydana açılan sokağı geçip çeşmenin yanında durduğunda, ben de sokağın başında kalıp onu izlemeye devam ettim. Kafasını kaldırdı. Kasketini düzeltti. Karşısındaki manzaraya çakılıp kalmış gibiydi. O an yanımdaki tabelaya baktım. ‘Via Carlo Alberto Sokağı’ yazıyordu. Sanırım burasıydı. O atı ve faytoncuyu biliyordum. Oysa Nietzsche, bunu beklemiyordu. Ne göreceğini hayal bile edememişti. Ama ben onun kim olduğunu artık biliyordum. Ne olacağını ise bilmek istemiyordum.

Az sonra kırbaç sesleri duyulmaya başlıyor. Atlar hareket ediyor. İçlerinden biri ise bir adım dahi atmıyor ve ya atamıyor. İşte o faytoncu ve atı…O, “Torino Atı”… Kırbaçlara rağmen, ayağa kalkmaya bile yeltenmiyor. Mutlak umutsuzluğun sembolüymüş gibi. Yüzünü sokağın taşlarına dayamış, başı önde, ardı ardına inen kırbaç darbelerine tepki vermiyor. Sadece burnundan soluyor. Sesi çıkmıyor. Çünkü insanların sahip olduğu kelimelere sahip değil ve caniliğe de… Öfke dışında tüm duyguları yok olmuş faytoncu, her darbede daha çok sinirleniyor. Nietzsche, o an atla göz göze geliyor. Kasketini kaldırıyor. Önce birkaç adımda duraksayıp sonra sendeliyor.

O an anlıyor her şeyi. Faytoncunun gözündeki vahşiliği, atın gözündeki masumiyeti görüyor. O an kendi türünün diğer tüm türlerden nasıl aşağı olabileceğini anlıyor. O an insan olmanın verdiği pişmanlığı, bundan duyduğu utancı hissediyor. İnsan olmanın lanetinini anlıyor. Koşarak atın boynuna sarılıyor. Ve yerdeki taşlara, kendisine bakan donuk gözlerin yerine gözyaşlarını akıtıyor. Yere kapanmış, atın boynuna sarılmış bu adamdan hıçkırıklarla beraber tek bir cümle dökülüyor, “Affet beni!”

Koşuyorum. Burada olmamam gerektiğini biliyorum. Aynı çeşmenin yanında duruyorum. Arkama bile bakmadan uzaklaşmak istiyorum. Ama herkes durup onu seyrederken, herkes onun deli olduğunu düşünürken, anlamsız sözler mırıldanıp kendini kaybetmiş bu adamı orada bırakamıyorum. Bu sefer geri dönüyorum ve ben de atın yanına çöküyorum. Boynuna sarılmış Nietzsche’ye bakıyorum. Henüz bu olayın tarihte yer alacağının ya da kendi üzerine kitaplar yazılacağının bile farkında değil. Aslında O, artık bu anda bile değil. “Affet!” diyor sadece. Sanki tüm insanlığın hataları onun üstündeymiş gibi sayıklıyor. At ise sırtındaki yaralardan mı yoksa yanına çökmüş adamın şaşkınlığından mı bilinmez öylece bekliyor. Sonuçta bir süre için kırbaçlardan kurtuluyor. O an kararımı verip, atın boynundaki eyeri gevşetiyorum. Kalabalık mırıldanıyor. Faytoncu hala atı kaldırmaya kararlı duruyor. Kırbacı tekrar havaya kaldırıp hızla indiriyor. Bir çınlama tüm sokakları kaplıyor.

Kalabalık sessiz… Sımsıkı kapattığım gözlerimi aralıyorum.

Nietzsche kafasını kaldırıyor. Bana bakıyor. Sonra ikimizin de gözleri ellerime kayıyor. Soyulmuş, yer yer kanamış ellerimi gördüğüm an acısını hissediyorum. Sızıyla beraber yanma hissi…Ve O’na dönüyorum:

“Hayır, bu günden sonra aklını yitirmeyeceksin! Hayır, buradaki tek merhametli insan olmayacaksın! Bu atı özgürlüğüne kavuşturacağız. Ve bu günü güzel hatırlayacaksın. Belki Dostoyevski, romanında bu kabusuna atıfta bulunmayacak. Önemi var mı? Biz bir hayat kurtaracağız ve o hayatla birlikte belki de insanlığı.”

Nietzsche tekrarlıyor, “İnsanlığı…”

Sonra At, Nietzsche ve Ben yürüyoruz. Kulaklarımızda bir cümle yankılanıyor:

“İnsan ağaca benzer. Ne kadar yükseğe ve aydınlığa çıkmak isterse, o kadar kök salar yere, aşağılara, karanlığa, derinlere, kötülüğe” F. Nietzsche

-2023, Ağustos-

Bugün günlerden Salı. Taş döşeme sokaklarda kayboluyorum. Üstünde yaşanmışlıklar bulunan eski ahşap evleri geçiyorum. Yazın son demlerinin neşesi her köşeyi kaplamış. Evlerin kapılarının her biri kendine özgü desenleriyle bambaşka dünyalara açılan geçitler haline geliyor. Taş döşemeler yüzyıllardır taşıdığı anılara tanık olmanın ağırlığını taşıyor. Ben ise onlara her bastığımda, yeni bir yaşanmışlık eklemenin ağırlığını yaşıyorum.

Burası Torino değil ama at nallarının yankısında onu duyuyorum. Elimde mürekkep izi var. İçimi boşluğun varlığı dolduruyor. Ve yürüyorum.

Esra Dolunay

Not: Torino : İtalya’da bir kent.

Yazar: E.Dolunay

Ufkun ötesinden öyküler...

Yorum bırakın