Petersburg’da İki Pencere

O gün Nevsky Prospekt caddesi kalabalıktı. İnsanlar aileleri ve yakınlarıyla vakit geçiriyor, tatil günü olmasının keyfini çıkarıyordu. Bir adam işten çıkmış, kalabalık caddede en yakın durağa doğru yürüyor, bir taraftan da radyodaki konuşmaları dinliyordu. “Petersburg’da hava bugün yağmurlu. Bağımsızlık günü kutlu olsun!” Yürümeye devam etti. Sert esen rüzgara alışkın kendinden emin yüzünü, reklam panosuna çevirdi. Sırıtan bir fotoğraf ve altında “Her şeyin en güzeline layıksınız.” yazısı vardı.

“Önemli olmalıyım.” diye düşündü. Reklamlara bakmaya devam etti. İki astronot ödül alıyordu. “İnsan yine başardı, biz başardık” dedi adam. Adam durağa yaklaşırken bulutlar iyice yoğunlaşmış, gökyüzünde gri bir duvar örmüştü. Adam durağa geldi. Tanıdık bir yüz gördü. “Privet!” dedi. Bir uçağın inişi, durağın camından yansıyordu. “Tonlarca metali uçurabiliyoruz” dedi. Gurur duydu. Sonra üniformalar gördü. Caddedeki dev ekranda bağımsızlık günü yazıyordu. Rüzgar gökdelenin tepesindeki bayrağı dalgalandırıyordu. Bulut ve gökyüzü rengindeki bayrağa tekrar baktı. Onur duydu. Bu duyguyu ilkokuldayken selam verdiği bayrağa baktığı andan itibaren kazanmıştı. Kazandırılmış mıydı? Neticede tüm duygularını kazanmış mıydı, yoksa kazandırılmış mıydı? Bilmiyordu. Belki önemi de yoktu. Farkında olmadan ‘ben’ i ‘biz’ yapan şeylerden biriydi belki. Eğer bir gün içinde yaşayacağı tarihten utanç duyacağını bilseydi şu an gururlu hisseder miydi? Eve geldi. Pencereyi açtı. Karşıdaki binanın son katındaki açık pencereden dışarıya sarkmış perde, rüzgarda sağa sola çarpıyor, içerde kırmızı bir bavul görünüyordu.

Aralık kalmış pencereyi kapatan kız bir taraftan kırmızı bavuluna son parçaları yerleştiriyordu. Buzdolabının üstündeki ‘lale’ figürlü magneti de hatıra olarak valize atıp kapattı. “İnsanlar hatıralarını zaten zihinlerinde taşısalar da sanırım simgeleştirdiklerinde onlara daha çok bağlanıyorlar” diye düşündü. Biraz dinlenmek için kanepeye oturdu. Pencerenin önündeki koltuğa döndü:

-Evet, birazdan yola çıkıyoruz. Evet, bu sefer sen de geliyorsun. Bu evdeki son günümüz… Tüm çöpleri attım, faturaları ödedik ve anahtarı almaya gelen ev sahibini de atlattık. Şaşkın görünüyordu değil mi? Herhalde burda ne işim var diye düşünüyordur, üstelik senle birlikte. Aslında seni burda bırakmalıydım. Belki daha mutlu olurdun. Sonuçta burası senin memleketin. Burda doğdun, buraya aitsin. Ait olmak, sokakta kalsan bile iyi hissettirebilir. Kendin gibileri mutlaka bulurdun. Bir de bana bak! Senden daha berbat durumdayım. Hiç bir yere ait değilim. Olmadığın bir yerde yok olamazsın, yok olsan bile kimsenin ruhu duymaz. Benim de senin gibi ait olduğum bir yer vardı. İyi günlerimde yani. Biz insanlar genelde iyi günlerde birbirimizin yanında oluruz, kötü günde ise nankör…Bana nankör diyebilirsin! Çünkü sana yapıştırılan bu yaftayı en çok hakeden benim. Senin yetindiğin şeylerle yetinmeyen nankörün kendim ve kendi türüm olduğunu görmemi sağladın. Şimdi ikimiz de ait olmadığımız bir yere gideceğiz. Belki de ikimizin de ait olacağı bir yer olur. Belirsizlik, bir insan için çok zor. Ya senin için? Senin için her gün her şey belli gibi. Farkında olmak, insana verilmiş hem en büyük hediye aynı zamanda ceza olmalı. Sendeki ise, belirsizliğe teslim oluş ve yetinmek…

Ah uçak saatimiz gelmiş! Yine gevezelik ettim. Çantana girebilirsin. Bu miyavlamayı “hazırım” demek olarak kabul ediyorum.

Hoşçakal var olduğum ama ait olmadığım yer!

Adam, sipariş ettiği dumanı üstünde ‘piroşki’ leri pencerenin önündeki masaya bıraktı. Az önce bastıran sağanak yağmur hafiflemiş, ince ince yağmaya devam ediyordu. Adam son piroşkiyi yerken, karşı binadaki en üst katın penceresinin artık kapalı olduğunu ve kırmızı bavulun orda olmadığını farketti. Gökyüzüne baktı. Bir uçak yavaş yavaş aralanmaya başlayan gri bulutların arasından yeni rotasına doğru yol alıyordu.

Esra Dolunay

Yazar: E.Dolunay

Ufkun ötesinden öyküler...

Yorum bırakın